Oruç Tutmak Ne Demek

Oruç Tutmak



 Oruç kelimesi, sözlükte “bir şeyden uzak durmak, bir şeye karşı kendini tutmak” anlamına gelen Arapça savmın (sıyâm) Farsça karşılığı olan rûze kelimesinin Türkçeleşmiş şeklidir. Savm ve sıyâm ile türevleri Kur’ân-ı Kerîm’de on üç yerde, hadislerde ise oldukca sayıda geçmektedir (M. F. Abdülbâkī, el-Muʿcem, “ṣvm” md.; Wensinck, el-Muʿcem, “ṣvm” md.). Terim olarak oruç, tan yerinin ağarmasından güneşin batmasına kadar şer‘an belirlenmiş ibadeti yerine getirmek niyetiyle yeme, içme ve eşeysel ilişkiden uzak durmayı anlatım eder. Serahsî’nin “muayyen kimselerin belirli zamanda muayyen fiillerden muayyen bir amaçla uzak durması” şeklindeki tanımı bu ibadetin kimler açısından sahih sayıldığını belirtmeyi hedeflemektedir (el-Mebsûṭ, III, 54). Süresi içinde kişinin kendini oruç yasaklarına karşı tutmasına imsâk denir, bu kelime “oruca başlama, orucun başlangıç anı” mânasında da kullanılır. Vakti gelince orucu usulüne nazaran açmaya, şu demek oluyor ki orucu sonlandırmaya iftâr ismi verilir.


A) İslâm’dan Önceki Dinlerde Oruç. Belirli bir müddet yeme, içme ve cinsi ilişkiden uzak durma, perhiz yapma yahut belirli yemekleri yememe, sükût etme, ağzı ve kulağı yalandan ve kötü sözden koruma vb. şekillerde yerine getirilen oruç ibadetine derhal bütün dinlerde rastlanır. Oruç tövbe, kefâret, matem ve bir ritüele hazırlık şeklinde amaçların haricinde sihir ve zühd sebebi öne sürülerek de tutulmuştur.


Yahudilik. Yahudilik’te öncelikle nefsi alçaltma vasıtası kabul edilen ve “tzom” yada “innah nefeş” kalıbıyla Eski Ahid’de kullanılan oruç ibadeti, “Canlarınıza cefa edeceksiniz” emrinin bir gereği (Levililer, 16/29) yahut Kral Dâvud’un yaptığı gibi (II. Samuel, 12/16-18) Tanrı’ya dua öncesi yapılması ihtiyaç duyulan bir hazırlık ritüeli olarak algılanmıştır. İşaya’da (58/3-8) reel orucun kötülüklerden uzak durmak, sade olmak, mazlumlara ve düşkünlere yardım etmek gibi iyi fiillerle desteklenmesi gerektiği bildirilmiştir. Yahudi mübarek metinlerindeki ifadelerden orucun, insanların bilgili yada bilgisizce yaptıkları fena fiillere kefâret ve bu şekilde bir durumdan dolayı duyulan pişmanlığın dışa vurulması için tutulduğu anlaşılır. Kefâreti gerektiren fiil ferdin bizzat kendisinin işlediği bir fiil olabileceği gibi ailesinin yada aynı soydan hatta milletten birinin gayri ahlâkî bir eylemi yada kusuru da olabilir (I. Krallar, 21/1-10; I. Samuel, 14/17-29; Yeremya, 36/3-10). Yahudilik’teki en mühim oruç, kefâret günü (Yom Kipur) orucudur. O gün yahudiler bir yıl içinde işledikleri hatalardan dolayı duydukları pişmanlığı dile getirerek Tanrı’dan af dilerler. Tevrat’ın Levililer bölümünde (16/29-31; 23/27-32) yahudilerin bugünde yaptıkları dinî törenler detaylı biçimde ifade edilir. Hasta ve düşkün olmayan, şeriat önünde sorumlu tutulma çağına gelmiş bütün yahudilere farz olan bu oruç yahudi ay takviminin birinci ayı olan tişrinin onuncu günü tutulur. Oruç arefe günü güneş batımından yaklaşık bir saat önce başlar ve ertesi gün (10. Gün) gün batımından ortalama 45 dakika sonraya kadar sürer. Yirmi beş saati aşan bu vakit arasında yeme, içme, cinsi ilişkide bulunma, yıkanma ve her türlü temizlik yapma, yağlanma ve pabuç dahil, deriden yapılma bir şey giyme haramdır (Mişna, 8/1).


Yahudilik’te birinci sürgün (m.ö. 586) sonrası dönemde ihdas edilmiş, fakat yeniden Eski Ahid kökenli olan diğer farz oruçlar şunlardır: 1. Dokuz av orucu (tişah beav). Eski Ahid’in Zekarya bölümünde zikredilen dört oruçtan ilki olup yahudi ay takvimine gore av (ağustos) ayının dokuzuncu günü tutulması icap eder. Gerçekte bir matem orucu olan bu oruç kutsal metinde “beşinci ay orucu” benzer biçimde zikredilir (Zekarya, 7/5; 8/19). Bunun nedeni, yahudi ay takviminde aslen tişri (eylül-ekim) ayının birinci günü olan sene başının birinci sürgün hemen sonra geçici şekilde 1 Nisan olarak değiştirilmesidir. Bu oruç, Kudüs’teki kutsal Süleyman Mâbedi’nin birincisi milâttan ilkin 586 ve ikincisi milâttan sonrasında 70 yıllarında olmak üzere iki defa yıkılmasını anımsamak amacıyla tutulur ve önem itibariyle kefâret günü orucundan sonra gelir. Yine kefâret günü orucu şeklinde ortalama yirmi beş saat devam eden bu oruç da yetişkin olmayan çocuklar, hasta ve düşkünler hariç her insanın ifa etmek zorunda olduğu dinî bir görev kabul edilir. Bu oruçla ilgili diğer bir âdet ise bu gün ancak Yeremya ve Eyub kitaplarından ağıtların ve mâbedin yıkılışını özetleyen bölümlerin okunmasıdır. Yine bu gün yapılması gereken diğer önemli bir faaliyet mezarların ziyaret edilerek ölmüş yakınların hatırlanması ve onlar için Tanrı’dan mağfiret dilenmesidir (Moore, II, 65). 2. Dördüncü ay orucu (şivah asar be-tammuz). Yahudi ay takvimine bakılırsa 17 Temmuz’da ifa edilen bu oruç Kudüs’ün Bâbilliler’in eline geçişi münasebetiyle tutulur (Zekarya, 8/19). Bu güne ve ilgili orucun muhtevasına sonrasında Kudüs’ün Romalılar tarafından ele geçirilmesi ve öteki felâketler de eklenmiştir. Bu gün, hem de rabbânî otoriteye dayanan üç haftalık matem ve oruç sürecinin başlangıcına işaret eder. Oruç süresinin kısalığı (gün doğumu ile gün batımı arası) ve oruç esnasında dünyevî iş yapılmasına izin verilmesi bakımından yukarıdaki iki oruçtan ayrılır. 3. Onuncu ay orucu (asarah be-tevet). Kudüs’ün Bâbil Kralı Buhtunnasr tarafından kuşatılmasını anımsamak amacıyla tutulan bir diğer kısa oruçtur (Hezekiel, 24/1 ve devamı). 4. Yedinci ay orucu (tzom gedalya). Tişri ayının üçüncü günü, birinci sürgün esnasında Kudüs’te kalan yahudilerin lideri durumundaki Yahuda Valisi Gedalya’nın hâtırasını tâzim için tutulur. Dördüncü ve onuncu ay oruçlarında olduğu gibi sabahleyin şafağın sökmesiyle başlayıp güneşin batmasıyla biter ve dünyevî işlerde çalışmaya izin verilir (II. Krallar, 25/25). Herkesin yerine getirmekle mükellef olduğu oruçlardan bir diğeri Ester orucudur (Taanith Ester). Yahudi takvimine bakılırsa 13 Adar (Mart) günü Kraliçe Ester’in kralın huzuruna çıkmadan önce tuttuğu üç günlük orucun anısına tutulur (Ester, 4/16). Vezir Hâmân’ın kurnaz imha planını öncesinden öğrenip vaktinde haber vererek Pers yahudilerini tamamen yok olmaktan kurtaran Ester’e bir şükran ifadesidir. Yahudilik’te bu oruçların yanı sıra özel oruçlar da vardır. Kişinin fena bir rüya görmesi, bir yakınını kaybetmesi yada bu şekilde bir olayın sene dönümünde veya karşılaştığı herhangi bir sorun anında nezir veya adak olarak tuttuğu bu tür oruçlarda vakit gün doğumundan gün batımına kadardır. Bunlarda da yeme içme ve cinsel ilişkide bulunma dışındaki dünyevî eylemler orucu bozmaz.


Hıristiyanlık. Yahudi oruç geleneğine uygun olarak Yeni Ahid’de Hz. Îsâ ve havârilerin oruç tuttuklarından laf edilir (Matta, 6/16; Resullerin İşleri, 13/2; 14/23). Hz. Îsâ’nın ihdas ettiği özel bir oruç günü veya biçimi olmamakla beraber hıristiyanlar ilk dönemlerde bilhassa her çarşamba ve cuma günü oruç tutmuş, yılın belirli dönemlerinde genelde et ve süt ürünlerine karşı perhiz uygulamışlardır. Çarşamba ve cuma günü oruç tutmanın nedeni, Hz. Îsâ’nın ölümü öncesinde ve ölümü sırasında çektiği acıların hatırlanması ve bunların içselleştirilmesidir. Batı kilisesinin etkili olduğu bölgelerde V. çağ daha sonra çarşamba oruçlarının yerini cumartesi orucunun almaya başladığı dikkati çeker. Ayrıca Paskalya’da ve her mevsim başlangıcında tutulan üçer günlük oruçların da bunlara ilâve edildiği ve hıristiyan dünyasında yaygınlık kazanılmış olduğu görülür. Oruç ve perhiz dönemlerine ait kurallarla bu günlerde yapılacak işler ve yenilecek besinler mevzusunda tarihsel süreçte önemli değişimler olmuş ve hıristiyan mezhepleri arasında farklılıklar ortaya çıkmıştır. Oruçla ilgili uygulamaların belirlenmesinde yerel kültürlerin etkili olduğunda şüphe yoktur.


Günümüz hıristiyan dünyasında başlıca iki çeşit oruç vardır. 1. Şükran orucu. Her hafta pazar günü icra edilen Evharistiya töreninden (ekmek-şarap âyini) önce alkollü içki içmemek benzer biçimde eda edilir. Katolikler’e ve Ortodokslar’a göre şükran orucu cumartesi akşamından yada akşam yemeğinden derhal sonra başladığı biçimde özellikle değişik Protestan mezheplerinde Evharistiya’dan üç saat ilkin başlar ve hepsine nazaran törenin tamamlanmasıyla biter. 2. Kiliseye mensubiyet oruçları. Anglikan kilisesi dışındaki tüm hıristiyan mezheplerince benimsenen, ama değişik biçimlerde uygulanan bu oruçların en önemlisi ve uzun sürelisi Hz. Îsâ’nın çölde kırk gün süresince tuttuğu orucun hâtırasını yaşatmak suretiyle IV. Yüzyılda başlatılan ve Paskalya’dan önceki kırk güne denk gelen oruçtur (ERE, V, 765-770). “Lent” adıyla bilinen bu oruç hıristiyanlarca genelde Paskalya’ya hazırlık olarak yorumlanır. Dua ve tövbelerle bezenmiş bu şekilde bir oruç/perhiz sayesinde ferdin mânevî kirlerden temizlenmiş olarak Paskalya’ya erişeceğine inanılır. Paskalya, yahudi ay takvimine bağlı halde nisan ayının on beşinden sonraki ilk pazar olarak belirlendiğinden kırk günlük oruç/perhiz süresi de Katolikler’de şubat ayında “küllü çarşamba” denilen günde başlar. Bu isimlendirmenin nedeni, bu günde kiliselere tövbeye çağrılan hıristiyanların üstüne ölümü ve yeniden dirilişi, günahlardan affı sembolize eden kül serpilmesidir (Hıristiyan Dini, s. 137). Katolikler ve Ortodokslar kırk günlük bu Paskalya’ya hazırlık orucu/perhizi dışında her hafta çarşamba, cuma ve cumartesi günleriyle önemli yortu günlerinden ilkin de oruç tutarlar. Hıristiyanlara gore oruç veya perhizin gayesi günahlara kefâret ve nefsânî arzuların köreltilmesidir. Bu sebeple hasta, düşkün, çocuk, asker ve ağır işlerde çalışan işçiler haricinde her hıristiyan oruç tutmakla mükelleftir. Bu kimselerden yukarıda zikredilen günlerde oruç tutamayanlar öteki zamanlarda bu tarz şeyleri kazâ edebilir. Oruç tutan kimse günde sadece bir öğün (öğle yada akşam) yemek yiyebilir. Bunun haricinde günün her anında hafifçe bir şeyler yemesi mümkündür. Sigara şeklinde keyif verici maddeler kullanılmaz. Zaruret halinde ilâç alınabilir.


Monofizit hıristiyanlardan Süryânî kilisesinde senelik oruçlar şu şekilde sıralanır: 1. Büyük oruç. Diğer kiliselerce de düşünülen kırk günlük Paskalya öncesi oruca yedi günlük “elem haftası” orucunun da eklenmesiyle tutulur. 2. Ninevâ (Ninova) orucu. Şubat ayında tutulan üç günlük oruçtur. 3. Haziran başı perhizi. Üç gündür ve havârilerin orucu olarak kabul edilir. 4. Ağustos perhizi. Meryem ana orucu olarak bilinir. 5. Aralık perhizi. 5-25 Aralık içinde Noele hazırlık amacıyla tutulur. Katolik kilisesinde oruca başlama yaşı yirmi iken Ortodoks ve Süryânî kiliselerinde on dört-on beştir.


Hint Kökenli Dinlerde Oruç. Hint yarımadasında ortaya çıkan, taraftarları sıklıkla burada veya Uzakdoğu Asya vatanlarında yaşayan Hindu, Budist, Jain ve Sih dinlerinde oruç günümüzdeki uygulanış biçimiyle ancak din adamları sınıfını ilgilendiren bir ibadettir. Çünkü bu dinlerde dünyevî ve dinî görevler dindarlar arasında paylaşılmıştır. Bunun arkasındaki en önemli âmil, Hinduizm’deki kast uygulaması ve bu anlayışın bölgedeki öteki dinî sistemler üzerindeki etkisidir. Her ne kadar Budizm ve Jainizm şeklinde bölge dinleri özellikle ortaya çıktıkları dönemlerde kast anlayışına karşı çıkmışlarsa da zaman içinde kasta benzer sınıflı topluluk yapısı bu dinlerin çalışanları arasında da benimsenmiştir. Bu dinlerde din adamları sınıfının dışındaki Kşatriya ve Vaisya benzer biçimde üst sınıflara mensup kimseler de istedikleri takdirde oruç tutabilirler.


A) Hinduizm. Hinduizm’de din adamları sınıfını gerçekleştiren Brahminler yıl süresince sık sık, çok defa da uzun soluklu farklı oruçlar tutmakla yükümlüdür. Yirmi beş yaşına kadar dini öğrenmekle yükümlü olan Brahmin, evlenip aile yaşamı basamağına adım attıktan sonrasında ölünceye kadar kasta ilişik yükümlülükleri eksiksiz yapmaya mecburdur. Aile yaşamı basamağındaki bir Brahmin, oruç günleri dışındaki normal günlük hayatında biri öğleden sonrasında yaklaşık saat üç civarında, öteki akşam yatmadan azca önce olmak suretiyle günde iki öğün yemek yiyebilir (Dubois, s. 304). Bunların dışında bugünkü şekliyle Hinduizm’de başlıca iki çeşit oruç uygulamasının bulunduğu görülür. 1. Adak orucu. Brahminler’in yanı sıra öteki kastlara mensup kişiler içinde da yoğun alaka kabul eden bir oruçtur. Arzu edilen bir şeyin gerçekleşmesi amacıyla tutulan adak orucu aralıksız olarak minimum on beş gün tutulur. 2. Yıllık periyodik oruçlar. Brahminler, ay takvimine bağlı olarak her ayın birinci ve on beşinci günleri oruç tutarlar. Bunun yanı sıra bir kısım Brahminler ise bu iki güne ilâveten ayın on, on bir ve on ikinci günlerini de oruçlu geçirerek her ay minimum beş gün oruç tutarlar. On ve on ikinci günlerde günde bir kez yemek yedikleri halde on birinci günde gün boyunca asla yiyecek yemezler. Özellikle on birinci gün orucunun dul kalmış kimseler ve kendini tamamen dine adamış “sannyasin”ler için ayrı bir önemi vardır. Bu gün tıpkı yahudilerin cumartesi (sebt) veya kefâret gününde olduğu benzer biçimde dünyevî özellikte hiç bir iş yapılmaz, pirinç pişirilmez, akşam yemeğinde ancak kek ve meyve yenilir (a.G.E., s. 304-305). Bu aylık oruçların dışında bilhassa Tanrı Şiva’ya bağlı Brahminler’in tuttuğu, Maga (15 Şubat - 15 Mart) ayının on üçüncü günü sabahından başlayıp on dördüncü günü kuşluk vaktine kadar süren bir oruç daha vardır. Yaklaşık yirmi dört saatlik oruç boyunca yeme içme ve cinsi ilişki yasaktır. Yine Sravana (15 Ağustos - 15 Eylül) ayının sekizinci günü Tanrı Vişnu’nun Krişna formunda tezahür edişinin yıl dönümü olduğundan başta Vişnu bağlıları olmak üzere tüm Brahminler bu günü perhiz yaparak geçirirler. Bunun yanı sıra o gün gece yarısında Vişnu ve aynı panteon içinde yer edinen muhtelif ikincil allah ve tanrıçalara hint cevizi, bezelye, şeker ve süt şeklinde yiyecekler sunarlar. Ertesi gün sadece sabah duası yapıldıktan sonrasında normal hayata dönebilirler (a.G.E., s. 308). Hindu oruçlarını diğer dinî sistemlerin oruçlarından ayıran temel farklılıklar bazı oruç günlerinde pirinçten meydana getirilen yiyeceklerin, hanımlara her türlü kokunun ve adamların vücutlarını başta hint yağı olmak üzere herhangi bir yağla yağlamalarının yasaklanmasıdır. Özellikle “şivaratri”de uyumanın yasak oluşu da Hindu oruçlarının bir diğer özelliği olarak zikredilebilir.


B) Jainizm. Jainizm’de oruç uygulaması, bu dinin taraftarları arasındaki kast anlayışından kaynaklanan fiilî iş kısmı nedeniyle neredeyse ancak din adamlarını ilgilendiren bir ibadettir. Esasen normal hayatlarında bile sadece soğan ve sarımsak dışındaki bitkisel besinleri yiyebilen Jainist din adamları kuşlukla zeval vakti içinde olmak suretiyle günde ancak bir öğün yemek yiyebilirler. Hinduizm’de mânevî arınma aracı kabul edilen ve din adamlarına ısrarla öğütlenen dilencilikle yetinme uygulamasını (The Sacred Laws of Āryas [Vasistha], XIV, 46; The Laws of Manu, XXV, 64) günümüzde en sistemli ve disiplinli biçimde yaşatanlar “aşrama” adını verdikleri manastırlarda yaşayan Jainist rahip ve rahibeleridir. Bunlardan bazıları ancak iki üç veya dört günde bir yiyecek yer.


C) Budizm. Budizm, genel özellikleri itibariyle zühd ve riyâzet yaşamına önem veren ve mevcut var oluşu fena karar veren bir dinî sistemdir. Bununla beraber aşırıya kaçan her türlü zâhitlik uygulamasına karşıdır. Çünkü Budizm’e gore her nevi aşırılık ferdin mânevî bakımdan terakkisine engeldir. İster din adamı olsun ister olmasın herkes, her şeyden ilkin duyu organlarının düzenli ve sağlıklı biçimde fonksiyonlarını sürdürebilmesini temin edecek seviyede beslenmek ve katı riyâzet kurallarına bağlı bir yaşam sürmekten kaçınmak zorundadır. Buda’nın zühd hayatı konusundaki negatif tavrına karşın günümüz Budistler’inin manastır hayatıyla ilgili kurallar ve uygulamalarda Hindu ve Jainist dinî geleneklerinden büyük miktarda etkilendikleri göze çarpar. Nitekim tıpkı Jainist din adamları gibi normal günlük hayatlarında bile gün süresince sadece zeval vaktinden önce yiyecek yiyebilirler. Zeval vaktinden ertesi gün güneş doğuncaya kadar ağızlarına hiç bir katı yiyecek koyamazlar. Tibet Budizmi’ne bağlı Lamaistler her ay dört gün oruç meblağ. Onların bir bölümü, akşamları ancak ekmek ve patates şeklinde nişastalı yiyeceklerle çay tüketmeyi de orucun bir parçası olarak görür. Daha zâhid olanlar ise ertesi gün güneş doğuncaya kadar hiç bir şey yiyip içmezler. Tibetli Budistler içinde yaygın olan bir başka oruç uygulaması “nungnas” diye malum oruçtur. Dört gün süren bu orucun ilk iki günü tamamen dua ve günah itirafı günleridir. İkinci gün gece yarısından dördüncü gün güneş doğuncaya kadar oruçlu kimsenin tükürüğünü bile yutmasına veya dilini oynatmasına izin verilmez. Dolayısıyla bu zaman içinde dualar ve yakarışlar açıktan değil gizlice yapılır. Bütün Budist mezheplerince Buda’nın doğum günü kabul edilen Çin takvimine bakılırsa dördüncü ayın on beşinci gününden önceki son beş gün içerisinde sıkı bir vejetaryen rejim uygulanır ve her türlü hayvansal besinden uzak durulur (ERE, V, 764).


D) Sih Dini. XV. Yüzyılda Kebîr ve Guru Nanak’ın faaliyetleri sonrasında Kuzey Hindistan’da ortaya çıkan, Hinduizm ve İslâm dinine ait çeşitli unsurları uzlaştırmaya çalışan Sihizm’in ilk bakışta her iki dinde mevcut olan oruç uygulamasına karşı olduğu söylenebilir. Guru Arjan’a atfedilen şu ifadeler bu durumu ortaya koymaktadır: “Ben ne Hindular benzer biçimde oruç tutarım ne de müslümanlar şeklinde ramazan ayını ihya ederim. O’na, sadece O’na hizmet ederim, O benim yegâne sığınağımdır” (Singh, Message of Sikhism, s. 106). Dinin öngördüğü nihaî kurtuluşun sadece Tanrı’nın ismini dilden düşürmemekle ve O’nun üzerinde yoğunlaştırılmış devamlı bir zihinsel konsantrasyonla elde edileceğini korumak için çaba sarfeden Sih dini bu yolda oruç, kefâret ve yoga temrinleri gibi vasıtaların hiç bir yararının olmayacağını iddia eder (Singh, The Sikh Way of Life, s. 26-27).


Zerdüştîlik. Zerdüştîlik de oruç uygulamasına karşıdır. Hatta Vendidad’ın bir ifadesinde, midesini etle dolduran kimsenin kendini iyi bir ruhla doldurmuş olacağı ve böyle kimselerin gün süresince hiç bir şey veya sadece et yemeden duran kimselerden daha iyi oldukları vurgulanmaktadır (Vendidad [Zend-Avesta, I], IV, 46). Zerdüştler gerçek orucu yemekten içmekten kaçınmak değil fiil, düşünce ve konuşmalarda hataya düşmekten kaçınmak şeklinde tanımlar. Konfüçyüsçülük ve Taoizm gibi Çin dinlerinde de atalara tapınma seremonisi yada evlenme törenine hazırlık olarak yahut zihni belli bir konu üstünde yoğunlaştırma arzusu şeklinde farklı amaçlarla oruç tutulur.


B) İslâm’da Oruç. İslâmiyet’te başka oruç çeşitleri de bulunmakla beraber (aş.Bk.) muayyen şartlar çerçevesinde her müslüman için mecbur bir yakarma durumunda olanı hicretin 2. Yılı Şâban ayında (Şubat 624) farz kılınan ramazan orucudur (İslâm öncesi Hicaz-Arap camiasında görülen oruç uygulamalarının ve Müslümanlık’taki oruç ibadetinin başka dinlerle ve bilhassa Yahudilik’le ilgisi ile alakalı ileri sürülen birtakım iddialar için bk. Vajda, s. 367-385; Ateş, XXVIII/3 [1992], s. 95-118). Ramazan orucunun farz ibadetlerden olduğu kitap, sünnet ve icmâ ile sabittir. Kur’ân-ı Kerîm’de orucun farz kılındığını bildiren âyetlerin meâli şöyledir: “Ey inanç edenler! Sizden öncekilere farz kılındığı gibi sakınasınız diye size de sayılı günlerde oruç farz kılındı. İçinizden hasta veya yolcu olan başka günlerde sayısınca tutar. Orucu tutmakta zorlananlara (zorlukla güç yetirebilenlere veya güç yetiremeyenlere) bir yoksulun -günlük- yiyeceği kadar fidye icap eder. Kim gönüllü bir iyilik yaparsa bu kendisi için bir iyiliktir. Eğer bilirseniz orucu tutmanız sizin için daha hayırlıdır. -O sayılı günler- doğruyu eğriden ayırma, gidilecek yolu bulma konusunda açıklamalar ve insanlara rehber olarak Kur’an’ın indirildiği ramazan ayıdır. Artık içinizden kim bu aya yetişirse onu oruçlu geçirsin. Kim de hasta yada yolcu olursa başka günlerde sayısınca tutar. Allah sizin için kolaylık istiyor, zorluk çekmenizi istemiyor. Sayıyı tamamlamanız, sizi doğru yola iletmesine mukabil Allah’ı tâzim etmeniz için ve umulur ki şükredersiniz diye -oruçla mükellef tutup hükümlerini açıklıyor-” (el-Bakara 2/183-185). Ayrıca ramazan orucu Hz. Peygamber’in imanın ve İslâm’ın temellerini açıklayan ünlü hadislerinde (Buhârî, “Îmân”, 2, 34, 37, 40; Müslim, "Îmân", 1, 19-22; Ebû Dâvûd, “Sünnet”, 16) İslâm’ın beş şartı (rükün), Vedâ hutbesinde cenneti hak etmek için gerekli temel görevler (Müsned, V, 251; Tirmizî, “Cumʿa”, 80) veya dört temel yakarma (Taberânî, Müsnedü’ş-Şâmiyyîn, II, 401-402) içinde sayılmış, başlangıçtan itibaren İslâm ümmeti bu ibadetin farz olduğu hususunda ittifak etmiştir.


Orucun Önemi. Kur’ân-ı Kerîm’de önceki toplumlara da orucun farz kılındığına dikkat çekilmiş, orucun gaye ve hükümleri açıklanırken “ittikā” fiili kullanılmış, oruç yasaklarına uymanın Allah tarafınca çizilen sınırlara riayet anlamına geldiği ifade edilmiştir (el-Bakara 2/183, 187). Bütün bunlar ve anılan fiilin Kur’an’daki kullanımları göz önüne alındığında orucun Allah’a kul olma bilincine varılabilmesi, mümine yaraşmayacak hal ve davranışlardan sakınılması ve kulluğun muayyen bir disipline bağlanması açısından olmazsa olmaz bir öneme haiz olduğu anlaşılır. Âyette bir yandan muayyen durumlarda orucun ertelenebileceği veya fidye ile telâfi edilebileceği bildirilirken öte taraftan, “Eğer bilirseniz orucu tutmanız sizin için daha hayırlıdır” açıklamasıyla zarara yol açmayacağı anlaşılan hallerde orucun büyük bir fırsat olduğu ve bunu kaçırmamak için ortaya konan iradenin büyük bir değer taşımış olduğu belirtilmektedir. Daha sonraki âyette de Allah’ın insanoğlu için zorluk değil kolaylık murat ettiği, oruçla alakalı hükümlere riayetin, doğru halde kulluk edebilmenin yollarını göstermesine mukabil Allah’ı tâzim ve O’na olan şükran borcunu ödeme gayreti arasında olma anlamı taşıdığı anlatım edilmiştir. Kâsânî nimete şükrün şer‘an ve aklen gerekli bulunduğunu belirtip orucun Allah’a şükür vesilesi olma yönüne değinirken oruçluya yasaklanan fiillerin insanın yararlandığı nimetleri en üst düzeyde temsil ettiğine ve sayısı bilinemeyecek kadar fazlaca olan nimetlerin kadrinin sadece ehil bir müddet, alışılmışın haricinde ve nefse zor gelecek şekilde bunlardan uzak durulmasıyla bilinebileceğine dikkat çeker (Bedâʾiʿ, II, 75-76, 77). Hz. Peygamber de birçok hadisinde orucun faziletlerini açıklarken hem soyut anlatımlarla hem somut örneklerle bu ibadetin ahlâkı güzelleştirmedeki eğitici rolüne vurgu yapmış, samimi bir inançla Allah’ın hoşnutluğunu kazanmak suretiyle ramazan ayını oruçlu geçirenin günahlarının bağışlanacağını ve oruçluların cennette yüksek derecelere nâil olacaklarını haber vermiş (meselâ bk. Buhârî, “Ṣavm”, 2, 4, 6, 9; Nesâî, “Ṣıyâm”, 39), ek olarak orucun sıhhat için yararlı olduğunu anlatım etmiştir (Taberânî, el-Muʿcemü’l-evsaṭ, VIII, 174; Heysemî, III, 179).


Orucun faydaları ile alakalı yapılacak değerlendirmelerde ilk önce tüm ilâhî buyruk ve yasakların, Allah’ın iradesine mutlak şekilde ve yürekten teslim olanları ötekilerden ayırt eden bir imtihan oluşturma ve kullara kalıcı mutluluğun yollarını açan dünyevî ve uhrevî yararlar sağlama gayesinde birleştiğini dikkate almak icap eder. Yine ibadetlerin anlam ve amacı üstünde düşünürken ulu yaratıcının hoşnutluğunu kazanmanın kul için olmazsa olmaz aslolan hedef olması gerektiği göz önünde tutulmalı, dinin buyruk ve yasaklarının insana sağladığı, akılla algı edilebilen belirli dünyevî yararlara indirgenmemelidir. Müslüman âlimler ve düşünürler de bu temel yaklaşımları göz ardı etmeksizin ve nasların delâletlerini göz önüne alarak akıl, gözlem ve edinim yöntemiyle orucun sağladığı yararlar ve savdığı zararlar hakkında birtakım tesbitler meydana getirmeye çalışmışlardır. Bunlardan bir kısmını şöylece özetlemek mümkündür: Her şeyden ilkin oruç insana kendisinin varlıklar âlemindeki yeri ve beşer özelliği hakkındaki realist bir değerlendirme yapma imkânı verir; ona ancak Allah’ın mutlak hükümranlığına gösterdiği teslimiyetle kıymetli bir varlık sayılabileceği bilincini kazandırır. Diğer yandan bireyin sahip olduğu ruhî ve bedenî donanımları insana yaraşır bir halde dengeli ve verimli kullanabilmesi için aklın ve ruhun bedene ilişik süflî arzuların güdümünden kurtarılması hayatî bir ehemmiyet taşır. Zira adamın karşılaşmış olduğu maddî ve mânevî sıkıntıların çoğu mideye bağlı isteklerin ve cinsel arzuların aşırılığını önleyememekten doğar. Bu isteklerin dengede tutulabilmesi ve taşkınlık eğilimi gösterdiğinde frenlenebilmesi için bilinçaltının devamlı halde denetlenmesi icap eder. Bu ise ancak ciddi bir irade eğitimiyle mümkün olur. Oruç bu eğitimin sıkı bir disiplin içinde yürütülebilmesi için oldukça uygun bir ruhsal ortam meydana getirir; yanlış istekleri kırar, insanı haiz olduğu bedenî ve ruhî potansiyeli kendisine ve başkalarına yararlı işlerde değerlendirmeye yönlendirir. İnsanın aslına bakarsanız helâl olan fiilleri bile kendi iradesiyle işlemekten vazgeçebildiği bu ortamda zina, hırsızlık, yalan söyleme, gıybet etme gibi haram, kötü, kendisine ve başkalarına zarar veren eylemlerden, kısaca gerek Allah gerekse kul haklarını ihlâl eden davranışlardan geri durması ilk önce gereklidir. Nitekim Resûl-i Ekrem, hakkı verilerek tutulmaya çalışılan orucun ne olursa olsun ferdin davranışlarına olumlu yansımaları olacağına dikkat çekmiştir (Müsned, V, 363; Buhârî, “Ṣavm”, 2, 10). Hayatın belirli bir döneminde bir kere böyle bir sabır sınavından geçip iradeyi eğitmenin bu kararı sağlayamayacağı açıktır. Dolayısıyla oruçta insan ömrünün en büyük vakit birimi olan sene esas alınmış ve senenin belirli bir bölümünün oruçla geçirilmesi istenmiştir. İslâmiyet’te yıl içinde oruç deneyiminin ara sıra yenilenmesi de tavsiye edilmekle beraber yılın en büyük birimi boyunca (bir ay) oruç tutulması mecbur kılınmış, bunun da insanlık için hidayet rehberi Kur’an’ın nüzûl ayı olan ramazan olması müsait görülmüştür. Bilinenleri pekiştirmek ve yeni edinim ve bilgiler edinmek için feyizli bir mektep vazifesi gören ve nefis terbiyesi için hususi bir iklim oluşturan oruç sayesinde insan ruhen yücelir, yüksek ahlâkî erdemlerle bezenir, senelik bir muhasebeyle kendisine verilen ömrü nasıl geçirdiği ile alakalı dürüst bir değerlendirme yapma fırsatı bulur, bir taraftan haiz olduğu nimetlerin büyüklüğünü daha iyi idrak ederken öte yandan mahrumiyet arasında olanların halini düşünüp onları idrak etme fırsatı bulur ve camia arasında kendisine düşen görevlerin fark eder. Bütün bir günü aç ve susuz geçiren kişi iftar vakti yaklaşırken fakir bile olsa haiz olduğu nimetleri daha iyi farkeder, varlıklı ise kullanılamayan imkânların gerçekte bir güç ve övünç kaynağı olmadığını ve neticede kendisinin de her an elindeki imkânlardan mahrum kalabilecek âciz bir mevcudiyet olduğunu daha iyi anlar. Oruç kuvvetli bir mesuliyet bilinci kazandırdığından insanın Allah’a, kendisine, ailesine, içinde yaşamış olduğu topluma, başka insanlara, çevreye, evrendeki tüm canlı ve cansızlara karşı sorumlu bir varlık olduğunu kavramasına destek sunar. Böylece bireysel şeklinde görünen bu ibadetin sosyal yönü ve etkileri doğal bir süreç içinde ve kuvvetli halde kendini gösterir. Diğer yandan orucun ruh ve gövde sağlığı üstünde pek fazlaca olumlu etkiye sahip olduğu ilmi araştırmalarla ortaya konmuştur (meselâ bk. Eṭ-Ṭıbbü’l-İslâmî, sy. 2 [1982], s. 601-606; sy. 3 [1984], s. 384-390; sy. 4 [1986], s. 531-538, 698-702, 707-714).


Oruç Çeşitleri. İslâm’ın beş temelinden birini teşkil eden ve farz olan ramazan orucu dışında emir yada tavsiye edilmiş başka oruçlar da vardır. Öte taraftan muayyen zamanlarda ve durumlarda oruç tutulması yasaklanmış veya dinen hoş karşılanmamıştır; hükümlerini topluca imlemek suretiyle birtakım eserlerde orucun kısımları arasında yer verilmesi bunların reel anlamıyla birer oruç çeşidi sayılması anlamında değildir. Emir ve tavsiye edilen oruçlar zamanının muayyen ve art arda tutulmasının gerekli olup olmaması bakımından ayırıma tâbi tutulmuştur. 1. Emredilenler. Ramazan orucunun gerek edası gerekse kazâsı farz oruçlar grubuna girer. Ramazan orucunu belirli şartlar içinde bozma, yanlışlıkla veya kazâ ile erkek öldürme, yemini bozma, ihramlıyken avlanma yada vaktinden önce tıraş olma, erkeğin belli bir ifade kullanarak karısından kesin ayrılık yemini (zıhâr) yapmış olup bundan pişmanlık duymasına bağlı kefâretlerin ifa seçenekleri arasında yer edinen oruçlar da bu grupta mütalaa edilmiştir. Ramazan orucunun edası yalnız belli vakitte olası olduğu için “muayyen farz”, diğerleri istenilen mubah günlerde tutulabildiği için “gayr-i belirli farz” olarak nitelendirilir. Kişinin dinen yükümlü olmadığı biçimde tutmayı adamış olduğu orucun (nezir orucu) hükmü Hanefîler’in terimiyle vâcip olup yargı sıralaması içinde farzdan bir aşama aşağıda yer alır. Çoğunluğun terminolojisinde ise farz ve vâcip kelimeleri genellikle eş anlamlı kullanılır. Nezir orucu muayyen zamanlarda tutulması adanmışsa “muayyen vâcip”, böyle değilse “gayr-i muayyen vâcip” şeklinde anılır. Hanefîler’e nazaran vâcip (adanmış) olan itikâfta oruç tutulması vâciptir; Mâlikîler müstehap olan itikafta da orucu koşul koşarlar. Başlanmış nâfile orucun bozulması halinde kazâ edilmesi de Hanefîler’e göre vaciptir; Mâlikî mezhebinde egemen kanaat bir özüre dayalı olmaksızın bozulduğunda kazâ edilmesi gerektiği yönündedir. 2. Tavsiye edilenler. Farz ve vâcip olmayan, ama dinen yapılması önerilen oruçların hükmü fıkıh usulü terimiyle menduptur. Fürû-i fıkıh eserlerinde kendi arasında ayırımlara da tâbi tutularak ve bir kısmı eş anlamlı olmak üzere sünnet, mesnûn, mendup, müstehap, nefl, nâfile ve tatavvu benzer biçimde terimlerle anılan bu oruçları iki ana gruba ayırmak mümkündür. A) Fazileti ve sevabı hakkında hadis bulunan ve belirli zamanlarda tutulması tavsiye edilen oruçlar (meselâ bk. Müslim, “Ṣıyâm”, 126-134, 181-182, 187-192, 196-197, 204; İbn Mâce, “Ṣıyâm”, 41-42; Ebû Dâvûd, “Ṣavm”, 60, 67). Bir günü oruçlu bir günü oruçsuz geçirmek (savm-ı Dâvûd); bazılarıyla ilgili ayrıntılarda mezheplerin değişik değerlendirmeleri bulunmakla birlikte muharrem ayının dokuz ve onuncu veya on ve on birinci günlerinde, Zilhicce ayının ilk sekiz gününde ve hacda olmayanlar için dokuzuncu (arefe) gününde, şevval ayının altı gününde, tercihen on üç, on dört ve on beşinci günleri olmak suretiyle her kamerî ayın üç gününde, her haftanın pazartesi ve perşembe günlerinde, haram aylar olarak malum zilkade, zilhicce, muharrem ve receb aylarında (Hanefîler’e nazaran tercihen bu ayların perşembe, cuma ve cumartesi günlerinde) ve şâban ayında oruç tutmak bu grupta yer alır. B) Sayılanlar haricinde -oruç tutmanın mekruh yada haram olmadığı günlerde- bireyin kendi isteğiyle oruç tutması tavsiye edilmiş olup bunlara dar anlamıyla “nâfile oruçlar” denir. 3. Yasaklanan yada dinen hoş karşılanmayanlar. Dinen yasaklanan fiiller için cumhur tarafınca haram kavramı esas alınırken delilleriyle ilgili değerlendirme nedeniyle bunların bir kısmı Hanefî mezhebinde tahrîmen mekruh olarak nitelenir. Dinen hoş karşılanmayan ve yapılmaması tavsiye edilenler de cumhur tarafınca mekruh diye anılırken Hanefî mezhebinde bunlar için tenzîhen mekruh terimi kullanılır (birtakım Mâlikî fakihleri de tahrîmen ve tenzîhen mekruh ayırımı yaparlar). Ramazan bayramının ilk günüyle kurban bayramının dört gününde oruç tutmak (Buhârî, “Ṣavm”, 66-68; Ebû Dâvûd, “Ṣavm”, 48-49), hanımefendilerin hayız ve nifas hallerinde oruç tutmaları ve orucun hayatî tehlikeye yol açacağı durumlarda oruç tutmak dinen yasaklanmış olup cumhura göre haram, Hanefîler’e gore tahrîmen mekruhtur. Ramazan ayının başladığına hükmedilemediği şekilde şâban ayının otuzuncu gününde (yevm-i şek) bireyin mûtat oruçlarından birini tutmasında dört mezhebe bakılırsa mahzur bulunmamakla birlikte ramazan orucu yada başka vâcip bir oruç niyetiyle oruç tutulması Hanefî mezhebine nazaran tahrîmen mekruhtur. Bu günde nâfile oruç tutmayı Hanefîler câiz görürken Mâlikî ve Hanbelîler mekruh, Şâfiîler haram olarak nitelendirir; Şâfiîler’e bakılırsa ramazan orucunun edası dışında farz/vâcip bir oruç tutmak ise câizdir. Bazı Şâfiî eserlerinde mûtat oruçlar haricinde şâban ayının ikinci yarısında nâfile oruç tutmanın haram olduğu belirtilir (bu konudaki hadisler için bk. İbn Mâce, “Ṣıyâm”, 5; Tirmizî, “Ṣavm”, 38). İki yada daha çok günü iftar etmeksizin oruçlu dercetmek (savm-ı visâl) Mâlikîler’e nazaran haram, diğer üç mezhebe nazaran mekruhtur (Hz. Peygamber’in konuya ait bir açıklaması için bk. Müslim, “Ṣıyâm”, 55-58). Yorgun düşme ihtimali bulunan hacıların zilhiccenin sekiz ve dokuzuncu günlerinde, özellikle Arafat’ta vakfe günü olan arefe gününde oruç tutmaları da çoğu zaman mekruh sayılmıştır. Yine bazıları hakkındaki mezheplerin değişik yaklaşımları bulunmakla beraber kişinin mûtat oruç günlerine rast gelmeksizin ancak cuma gününü, yine sadece muharremin onuncu gününü, cumartesi günü, pazar günü, Nevruz ve Mihrican günü (Mecûsîler’in ilkbahar ve sonbahar bayramı günleri) şeklinde başka din çalışanlarının mübarek günlerini oruçlu geçirmek mekruh olarak nitelendirilmiştir. Kazâ borcu olan kimsenin nâfile oruç tutmasında Hanefîler’e nazaran sakınca yoktur; Mâlikî ve Şâfiîler’e bakılırsa mekruhtur; Hanbelî mezhebinde haram ve câiz olduğu yönünde iki görüş vardır. Konuya ait hadisler sebebiyle evlilik hukukunu olumsuz etkileyecek durumlarda nâfile oruç tutulması mekruh sayılmıştır (Buhârî, “Ṣavm”, 51, “Nikâḥ”, 85; Müslim, “Zekât”, 84; Tirmizî, “Zühd”, 64). Bunlardan başka birtakım fakihler genel prensiplerden hareketle misafirin ev sahibinden, ücretle çalışanın iş sahibinden izin almadan ve kararını negatif etkileyebileceği durumlarda hâkimin nâfile oruç tutmasının dinen hoş karşılanan bir huy olmadığını ifade etmişlerdir.


Orucun Vücûb Sebebi ve Fıkhî Sonucu (Hükmü). “Farz yada vâciplik hükmünün varlığını, mükellef açısından başladığını yayınlayan işaret” anlamına gelen vücûb nedeni oruç çeşitlerine gore farklılık gösterir. Hanefîler farz ve vâcip arasında derece farkı gözetirlerse de usul terimi olarak vücûb sebebi her ikisinin kapsadığı durumlar için kullanılır. Ramazan orucunun vücûb nedeni ramazan ayının bir cüzüne erişmiş olmaktır (bazı fakihlerce bunun her bir ramazan gününün oruca başlamaya elverişli cüzü gibi sınırlandırılması ve neticeleri için bk. İbn Âbidîn, II, 372-373). Ancak ramazan ayının belirlenmesi hususunda hilâlinin görülmesi meselesi hususi bir öneme sahip olduğundan fıkıh eserlerinde geniş biçimde incelenmiştir (bk. HİLÂL). Gündüzü veya gecesi fazlaca uzun olan kutuplara yakın bölgelerde oruç süresinin takdiri konusunda farklı yaklaşımlar ortaya konmuştur (bk. VAKİT). Ramazan orucunun kazasının vücûb sebebi de daha ilkin ramazan ayına ulaşılmış fakat eda edilmemiş yada kazâyı gerektirecek biçimde bozulmuş olmasıdır. Kefâret oruçlarının vücûb nedenleri kefâret gerekçesine göre değişmiş olur. Meselâ “halk kefâreti”nin vücûb nedeni hacda ihramlıyken vaktinden önce tıraş olmaktır; nezir oruçlarının vücûb nedeni bireyin kendi isteğiyle borçlanmasıdır. Orucun uhrevî hükmü sevabın hak edilmesi, dünyevî hükmü -farz yada vâcip bir oruçsa- mükelleften borcun sâkıt olmasıdır.


Orucun Rükün ve Şartları. Orucun rüknü “imsak”, doğrusu bu ibadetin vakti içinde yeme, içme ve eşeysel ilişkiden uzak durmaktır. Orucun vakti tan yerinin ağarmasıyla güneşin batması arasındaki süredir (bu sürenin başlama ânı ile alakalı görüşler için bk. FECİR). Şâfiîler’e ve bazı Mâlikîler’e göre niyet de orucun rükünlerindendir. Orucun şartları denince ilk olarak bu ibadetin geçerli sayılması için aranan şartlar akla gelirse de orucun bir hiç kimseye farz olması ve zamanında yerine getirilmesinin (eda) gerekliliği için de bazı şartlar söz konusu olduğu için Hanefî fıkhında bunlar daha oldukca vücûb şartları, edasının vücûbu şartları ve sağlık (cevaz) şartları gibi bir ayırım yapılarak incelenmiştir. Diğer mezheplerde ise bunların nitelendirilmesiyle ilgili bazı farklılıklar vardır. 1. Vücûb Şartları. Bir kimsenin oruç ibadetiyle yükümlü sayılabilmesi için şu şartların bulunması gerekir: a) Müslüman olmak. Bu koşul, müslüman olmayanların dinin fer‘î hükümlerine muhatap sayılıp sayılmamasıyla ilgili usul ihtilâfı sebebiyle öteki üç mezhepte sağlık şartları içinde zikredilmekle beraber bir gayri müslimin İslâm’a girmeden önceki zamana ilişkin oruçları kazâ etmesi gerekmediği noktasında görüş ayrılığı yoktur. Genel mesuliyet ilkesinin bir uzantısı olarak yeni müslüman olan şahıs orucun farz bulunduğunu bilmemesini mâzur kılacak şartlarda geçen oruçlarını da kazâ etmekle mükellef sayılmaz. B) Bulûğ. Ergenlik çağına ulaşmamış hiç kimseye oruç farz değildir; ancak temyiz çağına ulaştıktan sonra evlatların yavaş yavaş oruca alıştırılması tavsiye edilmiştir. C) Akıl. Oruçla mükellef sayılmak için temyiz kudretine sahip olmak şarttır. Şuurun aleni olması (ifâkat) Hanefî mezhebinde sağlık şartı değil vücûb şartı olarak nitelenir; akıl hastalığı ve uzun vakit baygınlık durumları daha fazlaca orucun niyetle ilgisi dikkate alınarak incelenir (akıl hastalığının kazâ yükümlülüğüne tesiri için bk. CÜNÛN). 2. Edasının Vücûbu Şartları. Yükümlü olunan orucu zamanında yerine getirmenin lüzumlu olması için şu şartlar aranır: a) Sağlıklı olmak. Hastalık orucun geçerliliğini engellememekle beraber zamanında tutmayı vâcip olmaktan çıkarır. Buna mukabil âdet görme yada lohusa olma hem edanın vücûbunu hem orucun geçerliliğini engeller. B) Mukim olmak. Dinen yolcu hükmünde olan ferdin orucu zamanında yerine getirmesi lüzumlu değildir. Bu şartların açılımı mahiyetindeki durumlarda orucun ertelenmesi ve başlanmış orucun bozulması mubah hale gelir (aş.Bk.). C) Sıhhat Şartları. Orucun geçerli olması için aranan şartlar şunlardır: 1. Niyet etmek. 2. Hayız ve nifas halinde olmamak. Orucu zamanında tutmakla yükümlü olmayan bu durumdaki bayanların oruç tutmaları geçerli sayılmamıştır.


Oruçta Niyet. “Bir işe kesin halde karar verme” anlamına gelen niyet bütün oruç çeşitlerinde geçerlilik şartıdır, hatta bazı mezheplerde rükün sayılmıştır. Züfer’e göre niyet etmemiş olsa da oruçla yükümlü kimse ramazan gününde oruç yasaklarını ihlâl etmemişse borcunu ödemiş olur. Niyette kalp esastır; sadece kalpteki kararlılığı perçinlemek suretiyle ek olarak dille söylenmesi çoğu zaman tavsiye edilmiştir. Gerçek iradeye uygun olmaksızın dille söylenenin ise değeri yoktur. Mâlikîler dışındaki üç mezhebe nazaran ramazanın her günü için ayrı niyet icap eder; oruç tutulacak günden önceki güneş batımından itibaren oruca niyet edilebilir. Mâlikîler, ramazan ayı başlangıcında tüm ramazan ayı için ve peş peşe tutulması gereken diğer oruçlar için başlangıçta bir defa niyet edilmesini ehil görürler. Niyetin ne zamana kadar yapılabileceği hususunda ana kaide bunun imsak vaktinden önce tamamlanmış olmasıdır. Zira Resûl-i Ekrem, “Fecir doğmadan (imsak vaktinden) ilkin niyet etmeyenin orucu yoktur” demiştir (Dârimî, “Ṣavm”, 10; Tirmizî, “Ṣavm”, 33; Nesâî, “Ṣıyâm”, 68). Mâlikîler bu kuralı tüm oruç çeşitlerine uygular. Diğer üç mezhepte ise başka bazı hadisler de göz önüne alınarak orucun çeşidine nazaran şu sonuçlara ulaşılmıştır. Şâfiîler ve Hanbelîler, imsak vaktine kadar niyet etme zorunluluğunun farz/vâcip oruçlar ile alakalı olduğu kanaatindedir; nâfile oruçlara Şâfiîler’de istivâ vaktine (gün ortasına) kadar, Hanbelîler’de gün ortasından sonra da niyet edilebilir. Hanefîler’e bakılırsa tüm oruç çeşitlerinde imsak vakti girerken veya geceden niyet edilmesi daha iyi olmakla birlikte zamanı belirli oruçlarla (ramazan orucunun edası ve belirli günde tutulması adanmış oruç) nâfile oruçlara güneşin batmasından itibaren ertesi gün gün ortasına kadar niyet edilebilir; bu durumda imsak vaktinden niyetin yapıldığı âna kadar da oruç yasaklarının ihlâl edilmemiş olması icap eder. Diğer oruçlara ise imsak vaktine kadar niyet edilmiş olması şarttır.


Oruç yasakları imsak vaktinin girmesiyle adım atar; dolayısıyla gün batımından sonra bir oruca niyet eden kimsenin bu vakte kadar oruç yasaklarına riayet etmesi gerekmez. İster sıhhatli talep eder hasta, ister mukim ister yolcu olsun geceden niyet eden kişinin imsak vaktinden ilkin oruç tutmaktan vazgeçmesi tüm oruç çeşitleri bakımından geçerlidir. Oruç tutmama kastının bulunmaması kaydıyla sahur yemeği -çoğunluğa göre- niyet yerine geçer; Şâfiîler’e göre ise sahura kalkmış olmak niyet yerine geçmez. Mukim ve sağlıklı bireyin ramazan ayında tuttuğu oruç zaten ramazan orucunun edası sayılır; fakat yolcu veya hasta olan kimse başka bir vâcip oruca niyet ederse Ebû Hanîfe’ye nazaran o orucu tutmuş olur.


Ramazan Orucunu Ertelemek veya Bozmak İçin Geçerli Mazeretler. Allah’ın kimseye gücünün üzerinde bir mükellefiyet yüklemediği ve sorun hallerinde kolaylaştırma ilkesinin işletileceği birçok âyet ve hadiste vurgulandığı benzer biçimde alakalı âyetlerde (el-Bakara 2/184, 185) hastalık ve yolculuk hallerinin orucu ertelemeyi meşrû kılan gerekçeler olduğu belirtilmiştir. Başka deliller ve genel ilkeler ışığında bunların açılımı niteliğindeki bazı durumlar da ramazan orucunun ertelenmesi veya başlanmışsa bozulması için geçerli birer mazeret sayılmıştır. Bu durumlarda kişi tutamadığı oruçları sonrasında kazâ eder. Dil özellikleri ve kıraat şekilleri dikkate alınarak Bakara sûresinin 184. âyetindeki “‘alellezîne yutîkūnehû” ifadesi farklı şekillerde anlaşılmış olsa da genel kabule göre burada süreklilik taşıyan oruca güç yetirememe veya ancak büyük zorluklarla güç yetirebilme hali laf konusudur ve bu durumdaki kişilerin fidye ödemeleri icap eder. 1. Hastalık. Oruç tutması yada oruca devam etmesi halinde hastalığının ağırlaşmasından veya uzamasından kaygı eden şahıs orucunu erteleyebilir ve bozabilir. Oruç tuttuğu takdirde hasta olacağı kuvvetle muhtemel bulunanlar da çoğu zaman hasta kapsamında kabul edilmiştir; Şâfiîler ise sıhhatli kimsenin hasta hükmünde sayılması yaklaşımını benimsemez. Hanbelî mezhebinde gerek birinci gerekse ikinci gruptakilerin oruç tutması mekruh sayılmıştır. Can veya organ yitirilmesine yol açma endişesinin varlığı halinde oruç tutulması ve oruca devam edilmesi haramdır. Bu hususlarda şahıs tecrübeye yada emarelere dayanabilir; fakat mümkünse yeterli bir doktorun görüşüne başvurmalıdır. 2. Yolculuk. Dinen yolcu hükmünde olan kişinin ramazan orucunu erteleyebileceği hususunda âlimler düşünce donanması içindedir. Hatta bazı fakih sahâbîlerden yolcunun oruç tutmayıp kazâ etmesi gerektiği rivayet edilmiştir; İbn Hazm da bu kanaattedir. Seferî kimsenin oruç dokunabileceği görüşünde olan cumhur, orucun yolcuya zarar vermesi yada hayatî vehamet meydana getirmesi hallerinde oruç tutmamanın daha üstün olduğu hususunda birleşmekle beraber bunun dışındaki durumlarda tutmanın mı ertelemenin mi daha faziletli olduğu tartışılmıştır. Hanbelî mezhebi yolcunun orucunu ertelemesini, diğer üç mezhep gücü yetiyorsa tutmasını daha faziletli görür. Seferî olan kimse geceden niyet edip oruca başlamış olsa da Şâfiî ve Hanbelîler’e nazaran sonrasında kazâ etmek suretiyle orucunu bozabilir. Hanefî ve Mâlikîler’e gore ise bu durumdaki kimsenin orucunu tamamlaması gerekir; bozarsa Hanefîler’e bakılırsa kazâ eder, Mâlikîler’e bakılırsa -oruca güç yetiremeyecek duruma düşmemişse- kazâ ile birlikte kefâret gerekir. Yolculuğa çıkacağı için orucunu erteleyecek kişi oruca niyet etmemelidir. Zira oruca başladıktan sonrasında yolculuğa çıkan kimsenin bunu tamamlaması üç mezhebe bakılırsa gerekli, Hanbelîler’e gore efdaldir. Orucunu bozması halinde hangi fiille olursa olsun Şâfiîler dışındaki üç mezhebe göre sadece kazâ gerekir; Şâfiîler’e gore eşeysel ilişkiyle bozulmuşsa kefâret, diğer hallerde sadece kazâ icap eder. Özellikle bazı Hanefî eserlerinde dinen yolcu hükmünde olmasa da savaşılacağını bilen ve düşman karşısında zayıf düşme endişesi taşıyanların orucunu bozabileceği belirtilir. 3. Gebelik ve emzirme. Orucun farziyetiyle alakalı âyetin delâleti yanında bazı hadislere binaen (İbn Mâce, “Ṣıyâm”, 12; Tirmizî, “Ṣavm”, 21; Nesâî, “Ṣıyâm”, 51, 62) oruç tutması kendisine veya karnındaki ya da emzirdiği bebeğe zarar vereceğinden endişe eden kadının orucunu erteleyebileceğine ve başladığı orucu bozabileceğine hükmedilmiştir. Hanefîler’e bakılırsa hamile ve emzikli kadın orucunu tehir ederse ancak kazâ etmekle mükellef olur, fidye vermesi gerekmez. Şâfiî ve Hanbelîler’de sadece kendisi veya hem kendisi hem bebek için endişe duymuşsa yargı böyledir; ama bir tek bebek için kaygı duymuşsa ayrıca fidye vermesi gerekir. Mâlikîler’e göre her üç durumda gebe sadece kazâ, emzikli kadın ise hem kazâ hem fidye ile yükümlüdür. 4. Yaşlılık. İleri yaşta olan kişi o esnada oruca güç yetirememekle beraber daha sonra tutabilecek durumda ise yaşlılık bir erteleme sebebidir; tutamadığı oruçları gücü yettiğinde kazâ eder. Bunları kazâ etme ümidi bulunmayan yaşlı ve hastalar ise tutamadıkları orucun her günü için bir fidye verirler. Ancak Mâlikîler’e gore bunların fidye vermeleri gerekli olmayıp müstehaptır. 5. Hayatî tehlikeye yol açacak ölçüde açlık ve susuzluk. Oruca devam etmesinin hayatî tehlike doğuracağına dair ciddi kaygı taşıyan kişi orucunu bozabilir; ölüm tehlikesinin kesinlik taşıması halinde oruca devam etmek haram sayılmıştır. 6. Tehdit edilme. Özellikle cana ve can bütünlüğüne yönelik ciddi bir tehdide mâruz kalan kimse fakihlerin çoğunluğuna göre orucunu açabilir, hatta hayatî tehlikenin kuvvetle muhtemel olması niteliğinde orucunu bozması gerekir. Bu yaklaşıma bakılırsa oruca devamda direnen kişi günahkâr olur; bazı âlimler ise sırf dinine bağlılığı nedeniyle direnen ferdin sevap kazanacağı kanaatindedir. 7. Hayız ve nifas. Âdet kabul eden ve lohusa olan kadın ramazan orucunu zamanında tutmakla yükümlü olmadığı gibi oruç tutması geçerli de sayılmamıştır. Ancak bu durumlarda ramazan orucunun sonrasında kazâ edilmesi gerektiğini yayınlayan deliller (Buhârî, “Ṣavm”, 40; Ebû Dâvûd, “Ṭahâret”, 104; Tirmizî, “Ṣavm”, 68) bir yönüyle de bunların orucun ertelenmesi yada bozulmasını meşrû kılan mazeretler arasında ele alınmasını olası kılmaktadır. Buna nazaran âdet bulan yada lohusa kadının oruç tutması câiz olmadığı şeklinde ramazan gününde âdet görmeye adım atar veya doğum yaparsa orucu bozulmuş olur.


Zor ve ağır işlerde çalışan kimselerin durumu da bu bağlamda hususi öneme haiz bir meseledir. İslâm âlimleri, ramazan orucu İslâm’ın beş temel şartından olduğu için en önce gerek çalışan gerekse işveren bakımından bu ayda emek verme şartlarının olabildiğince buna uygun biçimde düzenlenmesine çaba edilmesini ve her insana bu ibadetin hazzını tadabilme fırsatı tanımaya çalışılmasını tavsiye etmişlerdir. Fakat fakihlerin çoğunluğu orucun sabır imtihanı ve irade eğitimi özelliğini, dolayısıyla muayyen bir meşakkate katlanmanın bu ibadetin doğası gereği bulunduğunu dikkate alarak katlanılabilir zorluk hallerinde de kişiyi derhal bu vecîbeyi tecil yada bozmaya yahut fidye ödeyerek telâfi etmeye yöneltebilecek sübjektif değerlendirmelere aleni bir norm vermekten kaçınmışlar, meşakkat halini orucu ertelemek veya bozmak için müstakil bir mazeret saymamışlardır. Bununla beraber ibadetlerdeki zorlukların süresiz ve ölçüsüz olmadığı esasından hareketle öteki özürler ve genel ilkeler ışığında bir değerlendirme yaparak zor ve ağır işlerde çalışan kişinin oruca güç yetirememesi, tuttuğu veya devam ettiği takdirde hayatî tehlikeyle karşılaşacağının bilinmesi hallerinde orucu erteleyebileceği ve başlanmış orucu bozabileceği, ama daha sonra bunu kazâ etmesi gerektiği sonucuna ulaşmışlardır. Diğer bir ifadeyle âlimlerin çoğunluğunca işin niteliği, mükellefin ruhî ve bedenî özellikleri ve malî durumu gibi çok farklı teferruat taşıyan olayların genel bir hükme bağlanması yerine ilkenin somut duruma uyarlanmasını kişinin dindarlığına ve vicdanî sonucuna bırakan bir yaklaşım benimsenmiştir. Buna mukabil birtakım âlimler, Bakara sûresinin 184. âyetindeki ifadeye dayanarak zor ve ağır işlerde çalışanların bundan zarar görmeleri niteliğinde tutamadıkları her gün için bir fidye vermelerinin yeterli olacağını ileri sürmüşlerdir.


Oruç Tutmama ve Orucu Bozmayla İlgili Hükümler. İslâm âlimleri, oruçla yükümlü ferdin dinen geçerli bir mazereti olmaksızın ramazan orucunu zamanında tutmaması halinde günahkâr olacağı ve zimmetinde borç olarak kalan bu orucu ilk fırsatta kazâ etmesi gerektiği hususunda fikir birliği içindedir. Ramazan günü özürsüz olarak oruca niyet etmeyip Mâlikîler’e ve Hanefîler’den Züfer’e bakılırsa oruç yasaklarından herhangi birini, Hanbelîler’e gore cinsel ilişki yasağını ihlâl eden kimse ek olarak kefâretle de yükümlü olur. Öte yandan özürsüz olarak orucunu zamanında tutmayan kişinin ilk önce şundan dolayı samimi bir pişmanlık duyup Allah’tan bağışlanmayı dilemesi gerekir. Zira Hz. Peygamber’in özürsüz olarak orucunu zamanında tutmayan bireyin yaşamının kalan kısmını oruçlu da geçirse onu telâfi edemeyeceğine dair ifadesi (Ebû Dâvûd, “Ṣavm”, 38; Tirmizî, “Ṣavm”, 27), bu vecîbenin belirlenen vakitte yerine getirilmesinin ne kadar önemli olduğu ve nasıl olsa ondan sonra kazâ edilebileceği gibi bir rehavete kapılmamak gerektiği yönünde bir ihtar anlamı taşımış olduğu gibi sırf kazânın veya kazâ ve kefâretin yeterli olmayıp ek olarak tövbe etmek icap ettiğini göstermektedir. Muayyen bir vakitte tutulması adanıp zamanında tutulmamış nezir orucunun da ilk fırsatta tutulması gerekir.


Başlanmış farz veya vâcip bir orucu dinen geçerli bir mazeret olmaksızın bozmak da günah olup ramazan orucunun edasında duruma nazaran kazâ veya kazâ ile beraber kefâret icap eder. Ramazan orucunun edası dışındaki farz veya vacip bir oruç mazerete binaen yada mazeretsiz bozulursa zimmetteki borç düşmediğinden başka bir zamanda tutulması yine farz yada vâciptir. Ancak Mâlikîler’e gore belirli zamanda tutulması adanmış orucun âdet görme ve hastalık şeklinde sebeplerle bozulması halinde kazâ edilmesi gerekmez. Genel olarak nâfile orucun da özürsüz olarak bozulmaması öneri edilmekle birlikte bozmanın hükmü mezheplere bakılırsa farklıdır. Özürlü yada özürsüz bozulduğunda kazâ edilmesi Hanefîler’e göre vâciptir; Şâfiî ve Hanbelîler’e göre kazâ edilmesi gerekmez, öneri edilir; Mâlikî mezhebinde hâkim kanaat bir özre dayalı olmaksızın bozulduğunda kazâ edilmesi gerektiği yönündedir.


Ramazan orucunu zamanında tutmama veya bozma sebebiyle bir güne karşılık bigün benzer biçimde ondan sonra tutulması ihtiyaç duyulan kazâ orucunun Hanefîler’e bakılırsa -olası olan en kısa zamanda ifa edilmesi tavsiye edilmekle beraber- muayyen bir süresi yoktur. Diğer üç mezhebe bakılırsa ise mazereti olmaksızın kazâ orucunu bir sonraki ramazan ayına kadar tutmayan kimsenin ayrıca fidye ödemesi icap eder ve Şâfiî mezhebinde güçlü bulunan görüşe gore fidye borcu ramazan sayısınca tekerrür eder. Bazı fakihlere gore kazâya kalan oruçların peşi sıra tutulması gerekir; çoğunluğa nazaran ise bu müstehap olmakla beraber lüzumlu değildir. Belirli durumlarda ramazan orucunu bozmanın cezası olmak ve Allah’tan bağışlanma dilemek üzere tutulması ihtiyaç duyulan kefâret orucunun süresi art arda altmış gündür (iki kamerî ay). Araya âdet görme benzer biçimde doğal mazeretlerin girmesi halinde kalınan yerden devam edilir. Mâlikîler’e göre ilgili hadiste köle âzadı, iki ay peşi sıra oruç tutma ve altmış fakiri sabah akşam doyurma benzer biçimde belirtilen kefâret seçeneklerinden herhangi biri tercih edilebilir; çoğunluğa gore sıralanan seçeneklerden bir sonrakine geçilebilmesi için imkânsızlık halinin bulunması gerekir. Tutamadığı orucu kazâ edemeyecek kadar yaşlı veya hasta olan kişilerce ve oruçla alakalı başka birtakım durumlarda ödenmesi ihtiyaç duyulan fidyenin miktarı belirlenirken ramazan ayının sonunda ödenen fıtır sadakası (fitre) norm alınmıştır. Fidye ödemesi ihtiyaç duyulan kişinin bunu ifa etmeden vefatı halinde terekesinden ödenmesi gerekir, tereke yeterli değilse mirasçılarına borç olmamakla birlikte teberru olarak ödemeleri tavsiye edilmiştir (kazâ orucu borcu olduğu biçimde vefat edenler için fidye ödenmesi konusunda bk. ISKAT).


Meşrû bir gerekçeye dayanarak ramazan gününde oruç tutmayan bireyin kendisini oruçlu gibi göstermesi gerekli olmamakla birlikte özellikle ramazan ayına ve oruçlulara hürmet bakımından açıktan yiyip içmemesi İslâmî âdâba uygun görülmüştür. Gün içinde bu konum ortadan kalkarsa, meselâ âdet bulan hanım temizlenir, hasta iyileşir, seferî olanın seyahat hali sona ererse Hanefîler’e ve Hanbelîler’e bakılırsa o günü oruç yasaklarından kaçınarak geçirmesi vâciptir, sadece buna uymaması dinî bir yükümlülük getirmez, sadece o günü kazâ etmekle mükelleftir; Şâfiîler buna uymayı sünnet yada müstehap olarak nitelemişlerdir. Orucu ister kazâ ile beraber kefâret isterse sadece kazâ gerektirecek halde bozulan kimsenin de dört mezhebe gore iftar vaktine kadar oruç yasaklarına uyması gerekir.


Orucu Bozan Durumlar. Dinî tanımına müsait oruç olgusunun varlığını koruması bu ibadet boyunca oruç yasaklarından birinin meydana gelmemesine bağlıdır. Çünkü orucun temel unsuru yeme, içme ve cinsi ilişkiden uzak durmaktır (imsak). Kişi oruçlu bulunduğunu unutarak yiyip içtiğinde imsak unsuru ortadan kalktığı için orucun bozulduğuna hükmetmek gerekirse de Hz. Peygamber’in bu durumu kural dışı eden hadisi nedeniyle (Buhârî, “Ṣavm”, 26; Ebû Dâvûd, “Ṣavm”, 39) Hanefî, Şâfiî ve Hanbelî mezheplerinde oruç bozulmamış kabul edilir. Ayrıca Şâfiî ve Hanbelîler, Resûl-i Ekrem’in bir hadisinde hata, unutma ve zorlamanın (ikrah) dinen geçerli bir mazeret sayıldığı (İbn Mâce, “Ṭalâḳ”, 16; İbn Hibbân, XVI, 202) ve bunların bireyin iradesi dışındaki durumlar olma özelliğinde birleştiği sebebi öne sürülerek diğer kasıt dışı yeme içme durumlarını da bu kapsamda mütalaa etmişlerdir. Mâlikîler ise hadisin kazâ ile alakalı kısmını sahih saymadıkları veya hadisin nâfile oruçlarla alakalı olduğunu düşündükleri için ramazan orucunu tutarken unutarak yeme içme halinde de genel kurala uyularak kazâ edilmesi gerektiğine hükmetmişlerdir; ramazan orucu dışındakilerde ise oruca devam edilir ve kazâ gerekmez. Ramazan orucunu eda ederken bilerek ve isteyerek orucu bozmanın kefâret gerektireceğine ait hadis (Buhârî, “Ṣavm”, 30, “Keffârât”, 2-4; Müslim, “Ṣıyâm”, 81; Ebû Dâvûd, “Ṣavm”, 37), bir erkeğin bu şartlarda eşeysel ilişkide olduğunu beyan etmesi üstüne vârit olduğu için Şâfiî, Hanbelî ve Zâhirîler kefâret hükmünü cinsi ilişki durumuyla sınırlandırırken Hanefî ve Mâlikîler, hükmün gerekçesinin ramazan orucuna gösterilmesi gereken saygının kasten ihlâli olduğuna, dolayısıyla ramazan orucunu eda ederken bilerek yeme ve içmenin de kefâret gerektireceğine hükmetmişlerdir; Ca‘ferîler’e bakılırsa de bu durumda kefâret gerekir (hadisin senedi, yorumu ve zıhâr kefâretiyle ilgisi hakkındaki bk. Çolak, IX/23 [2005], s. 137-156). Şâfiî yeme ve içmenin eşeysel ilişkiye kıyas edilmesini eleştirirken (el-Üm, II, 85-86) Serahsî bu sonuca kıyas yoluyla değil nassın evleviyet anlamına dayanarak ulaştıklarını, cezanın kişinin eşiyle ilişkisine değil bilerek orucu açma fiiline düzenleme edildiğini, normalde oruçlu insanın yeme içmeye eşeysel tatminden daha eğilimli ve yeme içmeye sabretmesinin daha zor olduğu dikkate alındığında bu sonuca en önce ulaşılacağını belirtir; bu hükmü, konuya ilişik hadisin rivayetindeki lafızların yanı sıra Hz. Ali’den nakledilen kefâretin sadece yeme, içme ve eşeysel ilişki nedeniyle lüzumlu olduğu yönündeki lafıyla destek sunar (el-Mebsûṭ, III, 73-74). Tâbiînden Saîd b. Cübeyr, İbrâhim en-Nehaî ve Katâde orucun kasten bozulması hallerinde yalnız kazâ gerektiği kanaatindedir. Evzâî dışındaki fakihlere gore kefâret gerektiren durumlarda ayrıca bozulan orucun kazâ edilmesi gerekir. Hadislerde orucu bozan durumlar içinde yeme, içme ve cinsi ilişkiden başka isteyerek kusmak, kan alma işlemi yapmak ve yaptırmak da (hicâmet) sayılmıştır (İbn Mâce, “Ṣıyâm”, 18; Ebû Dâvûd, “Ṣavm”, 28, 32; Tirmizî, “Ṣavm”, 25); ancak Hanbelîler’in dışındaki üç mezhepte başka hadislere dayanılarak hacamatın orucu bozmayacağı kararına varılmıştır. Yine hadislerde yıkanmak, su ile ağzı çalkalamak, misvak kullanmak, sürme çekmek, eşini öpmek benzer biçimde fiillerin ve ihtilâm olmanın orucu bozmayacağı söylenmiştir (Buhârî, “Ṣavm”, 24, 25, 27; Müslim, “Ṣıyâm”, 62, 76; İbn Mâce, “Ṣıyâm”, 17; Ebû Dâvûd, “Ṣavm”, 31, 34; Tirmizî, “Ṣavm”, 24, 29, 31).


İslâm âlimleri yeme, içme ve cinsi ilişki olarak nitelenemeyen, fakat orucun mahiyet ve amacıyla bağdaşmayacağı açık olan bazı fiil ve durumların bu kapsamda mütalaa edilmesi gerektiği hususunda ortak bir anlayışa haiz olmuşlardır. Meselâ tütün gibi keyif verici maddelerin içe çekilmesi, yeme içme arzusuyla ilişkili olmamakla beraber ağız kanalıyla alınan ilâcın yutulması yada ilâcın burundan akıtılıp vücudun içerisine ulaştırılması, birleşme gerçekleşmese de cinsi haz sağlayacak hareketler neticesinde meni gelmesinin orucu bozacağı hususunda hemen tüm âlimler düşünce birliği içindedir (İbn Hazm ve İbn Teymiyye’nin bu konudaki farklı yaklaşımları için bk. El-Muḥallâ, VI, 205; Mecmûʿatü’l-fetâvâ, XXV, 126-134). Orucun nitelik ve amacıyla bağdaşıp bağdaşmadığı hakkında farklı değerlendirme yapılabilecek durumlarda ise fakihlerin farklı sonuçlara ulaşması tabiidir. Bazı fakihler bu konuda esas alınan kriteri orucun tarz veya öz ya da hem tarz hem öz itibariyle ihlâle uğramış olduğunun belirlenmesi gibi anlatım etmişlerdir (Serahsî, III, 74; Kâsânî, II, 90-94, 97, 99). Mezhepler arasındaki görüş ayrılıkları daha oldukça bu kriterin somut durumlara uyarlanmasıyla ilgilidir. Fıkıhta orucu bozan durumlar, mükellefin oruç ibadetini geçerli halde yerine getirdiğinden güvenli olmasını sağlayacak bir titizlik arasında ele alınmış, ama zaman zaman nâdir ve aşırı teorik ihtimaller üzerinde durulması eleştirilere yol açmıştır. İslâm âlimleri, oruçlu kimsenin yalnız oruç yasaklarından değil dinen haram kılınan fiillerden de kaçınmaya itina göstermesi gerektiği hususunda hemfikir olmakla birlikte büyük ekseriyat bunların orucu bozmayacağı kanaatindedir. İbn Hazm kasten işlenen her türlü haram fiille orucun bozulacağını söyler; Süfyân es-Sevrî ve Evzâî gibi müctehidlere bakılırsa de asılsız söylemek ve gıybet etmek orucu bozar ve kazâ etmeyi gerektirir.


Kazâ ile Birlikte Kefâret Gerektiren Durumlar. A) Hanefî Mezhebi. Ramazan orucunun edasına geceden niyet edilmiş olduğu biçimde bilerek, isteyerek ve dinen geçerli bir mazeret bulunmaksızın yenilip içilmesi mûtat bir besin maddesini, gıda hükmündeki bir nesneyi (ilâç) veya keyif verici bir maddeyi yeme içmenin tabii yolu olan ağızdan alıp yutmak ve deşarj olmasa da cinsi temasta bulunmak kazâ ile birlikte kefâret gerektirir. Buna göre: 1. Kazâ olarak tutulan ramazan orucunun ve farz olmayan orucun bozulmasından dolayı kefâret söz mevzusu değildir. 2. Diğer üç mezhebe gore orucun geçerliliği için geceden niyet etmek koşul olduğu, yani bu durumda oruçsuzluk şüphesi bulunduğu için Hanefî mezhebinde geceden niyet edilmemiş olması durumunda kefârete hükmedilmemiştir. Ancak mezhep arasında oruç yasağının zeval vakti öncesinde ihlâli halinde kefâret gerekeceği görüşü de vardır. 3. Kişi oruçlu bulunduğunu bilmekle birlikte istemeden oruç yasağını ihlâl ederse, meselâ abdest alırken yanlışlıkla boğazına su kaçarsa kefâret gerekmez. 4. Uykuda iken orucu bozan bir netice meydana gelirse kefâret gerekmez. 5. Dinen geçerli bir mazeret bulunması halinde kefâret gerekmez. Bu mazeretler üç grupta toplanabilir: a) Orucun ertelenmesini yada bozulmasını meşrû kılan durumlar (yk.Bk.). İnsanın iradesi haricinde oluşan âdet görme benzer biçimde bir konum orucu bozduktan sonra meydana gelirse kefâret hükmünü düşürür, seyahat gibi iradî bir durumun orucu bozduktan sonra meydana gelmesi ise kefâreti engellemez. B) Vakit hakkındaki yanlışlık. Meselâ iftar vaktinin girdiğini zannederek orucunu açana kefâret gerekmez. C) Mâkul malumat yanlışlığı. Meselâ unutarak yedikten sonra bunun orucu bozduğunu zannedip yemeye idame etmek böyledir. Buna karşılık gıybet etme benzer biçimde oruç yasaklarıyla ilgisi olmayan bir fiilin orucu bozduğunu zannederek orucunu açan kişiye kefâret gerekir. 6. Yenilip içilmesi mûtat olmayan pişmeden et, balçık gibi bir nesnenin yenmesi kefâret gerektirmez, ancak alışkanlık haline getirilmişse kefâret gerekir. Vücuda ağızdan başka doğal veya doğal olmayan bir menfezden gıda veya ilâç girmesi, meselâ burundan su çekilmesi veya damardan besin içeren sıvı verilmesi durumunda kefâret gerekmez. 7. Birleşme gerçekleşmeksizin cinsi tatmin kefâret gerektirmez. Birleşme durumunda hem adama hem hanıma kefâret gerekir. Sünnet mahallinin girmesi kefâretin gerekliliği için ehil görülmüş olup boşalım olması şart değildir.


B) Mâlikî Mezhebi. Bu mevzuda Hanefî mezhebine oldukça yakın olan Mâlikîler’de şu durumlar da kazâ ile beraber kefâret gerektirir: 1. Orucun ertelenmesini yada bozulmasını meşrû kılan bir konum bulunmadığı biçimde oruç tutmama niyetiyle sabahlamak. 2. Ramazan orucunu eda ederken bilerek, isteyerek ve dinen geçerli bir mazeret bulunmaksızın -yenilip içilmesi mûtat bir şey olmasa ve vücuda besin veya ilâç sağlama amacı bulunmasa dahi- ağız yoluyla alınan herhangi bir nesnenin mideye yetişmesi. 3. Birleşmeye hazırlayıcı hareketler neticesinde yada ısrarlı bakma veya düşünmeyle boşalması mûtat ise buna devam etmesinden ötürü cinsi haz duyarak meni gelmesi. Mezhepte güçlü bulunan görüşe nazaran elle doygunluk de (istimnâ) bu hükümdedir. 4. İsteyerek kusup bilerek geri göndermek. İbnü’l-Mâcişûn isteyerek kusmayı başlı başına kefâret sebebi saymıştır. Mezhepte yaygın görüşe bakılırsa daha sonra orucun ertelenmesini veya bozulmasını meşrû kılan -âdet görme şeklinde- adamın iradesi dışında bir konum meydana gelse de oruç kasten bozuk çıktığında kefâret gerekir.


C) Şâfiî Mezhebi. Erkeğin ramazan orucunun edasına geceden niyet etmiş olduğu halde bilerek, isteyerek ve dinen geçerli bir mazeret bulunmaksızın eşeysel temasta bulunması kazâ ile birlikte kefâret gerektirir. Sünnet mahallinin girmesi kefâretin gerekliliği için yeterli olup deşarj olması koşul değildir. Bu durumda hanıma kefâret gerekmez. Unutarak bir şey yedikten yada içtikten sonrasında orucunun bozulduğunu düşünerek, imsak vaktinin hemen hemen girmediğini veya iftar vaktinin girdiğini zannederek ve ancak kazâ gerektiren bir fiil işledikten sonrasında eşeysel temasta bulunmaktan ötürü kefâret gerekmez. Bu fiilden sonrasında ve iftar vaktinden ilkin hastalık ve seyahat benzer biçimde durumların meydana gelmesi kefâreti düşürmez; cinnet aktarma ise düşürür.


D) Hanbelî Mezhebi. Ramazan orucunun edasına geceden niyet etmiş yada orucu ertelemeyi mubah kılan bir mazereti olmadığı şekilde oruca niyet etmemiş erkek veya kadının orucu bozmayı mubah kılacak bir gerekçe olmaksızın cinsel temasta bulunması -boşalma olmasa da- kazâ ile beraber kefâret gerektirir. Erkeğe kefâret gerekmesi için bu fiili bilerek ve isteyerek işlemiş olması koşul değildir; kadına ise unutarak veya zor altında işlemişse yalnız kazâ icap eder. Cinsel temastan sonrasında rahatsızlık, cinnet geçirme ve âdet görme gibi bir durumun ortaya çıkması kefâret yükümlülüğünü düşürmez.


Yalnız Kazâ Gerektiren Durumlar. Fıkıh eserlerinde orucun mahiyet ve amacına aykırı olan durumlar açıklanırken çoğu zaman farklı ihtimallerin bir bir sayılması yöntemi esas alınmış olup bunların başlıcaları şöylece sıralanabilir: A) Hanefî Mezhebi. 1. Kendi isteği haricinde veya dinen geçerli bir mazeret nedeniyle orucu bozan bir sonucun meydana gelmesi. Buna nazaran orucu bozan durum hata ile, ikrah altında yada uykuda iken meydana gelse de orucun kazâ edilmesi icap eder; imsak vaktinin henüz girmediğini yada iftar vaktinin girdiğini zannederek yiyip içmek de böyledir. Unutma durumunda ise özel delile binaen oruç bozulmamış kabul edildiğinden kazâ söz konusu olmaz. 2. Yenilip içilmesi mûtat olmayan yada gıda hükmünde (ilâç) sayılmayan -taş, toprak, zeytin çekirdeği, kabuklu haliyle sert kabuklu kuru yemiş, çiğ pirinç benzer biçimde- bir nesneyi ağız yoluyla alıp yutmak. Yeme içme maksadı olmaksızın kaçınılması olası olmayan bir nesnenin ağız yoluyla vücudun içerisine girmesi, meselâ havaya dağılan duman yada tozun yutulmasıyla oruç bozulmaz. 3. Ağız dışındaki tabii menfezlerden bir nesnenin vücudun içine girmesi veya ulaştırılması. Meselâ burna çekilen suyun yada akıtılan ilâcın boğaza kaçması böyledir. Kulağa ilâç akıtılması, makattan yada kadının üreme organından vücudun içerisine ilâç yada su girmesi bu kapsamda sayılmıştır. Kulağa su kaçması veya akıtılması, gözeneklerden vücudun içine nüfuz etse bile deriye ilâç vb. Nesneler sürülmesi, tat, renk yada kokusu boğazda/tükürükte belirse dahi göze ilâç damlatılması ise orucu bozmaz. 4. Ebû Hanîfe’ye gore doğal olmayan menfezden vücudun yararına olacak bir nesnenin içeriye katılması veya yaraya konan sıvı halindeki yada yarayla sıvılaşmış ilâcın beyne yahut sindirim sistemine erişmesi. Bu durumda Ebû Yûsuf ve Muhammed’e bakılırsa oruç bozulmaz (iğne ve diğer tedavi yöntemleri hakkında aş.Bk.). 5. Dişler arasında kalmış olan nohut tanesi kadar yada daha fazla yiyeceği, diş etlerinden kendiliğinden yada diş çektirme nedeniyle çıkan -tadı hissedilecek yada tükürüğe galip gelecek biçimde- oldukca miktardaki kanı, tuzluluğu hissedilecek kadar oldukca olan göz yaşı yada yüz terini yutmak. 6. Kendi isteğiyle ağız dolusu kusmak. Kendiliğinden gelenin geri gitmesinin orucu bozmasında Muhammed b. Hasan bilerek göndermeyi, Ebû Yûsuf ağız dolusu olmayı norm almıştır. 7. Birleşme hükmünde olmayan bazı cinsel tatmin şekilleri. İstimnâ ve birleşmeye hazırlayıcı hareketler cevabında boşalma böyledir; bu durumda kadında yaşlık belirirse onun da orucu bozulur. Bu hareketler neticesinde boşalma eğer olmazsa, sadece bakma yada düşünmeden ötürü boşalma olursa yada uykuda boşalma meydana gelirse (ihtilâm) oruç bozulmaz.


B) Mâlikî Mezhebi. 1. Hata ile, ikrah altında, unutarak yada orucu açmayı mubah kılan bir mazeret nedeniyle oruç yasaklarından birinin (yeme içme, cinsel ilişki) ihlâl edilmesi. 2. İster bilerek ve isteyerek isterse hata ile, ikrah altında, unutarak yada orucu açmayı mubah kılan bir mazeret nedeniyle -gıda yada ilâç özelliği bulunsun bulunmasın, yenilip içilmesi mûtat olsun olmasın- bir nesnenin ağız dışındaki duyu organı niteliğindeki açık bir menfezden mideye ulaşması, sıvı bir maddenin mideye varmasa da boğaza kaçması. Derinin gözeneklerinden veya yaradan vücudun içine bir nesnenin nüfuz etmesi, adaleden ya da damardan bir maddenin zerkedilmesiyle oruç bozulmaz. Yine kaçınılması olası olmayan bir nesnenin meselâ emek verme ortamındaki tozun veya uçan sineğin boğazına kaçmasıyla oruç bozulmaz. 3. Kendiliğinden gelen kusmuktan bir miktarın geri gitmesi. 4. Makattan şırınga ile ilâç akıtılması. 5. Kefâret gerektirmeyecek ölçüde bakma ve düşünme neticesinde meni gelmesi, birleşmeye hazırlayıcı hareketler veya bakma ya da düşünme neticesinde eşeysel haz duyarak mezi gelmesi. İhtilâm olmakla oruç bozulmaz.


C) Şâfiî Mezhebi. 1. Bilerek ve isteyerek, yenmesi mûtat olan yada olmayan, gıda veya ilâç özelliği taşıyan veya taşımayan bir nesnenin vücudun içerisine tabii menfezlerden yada beyne yahut sindirim sistemine varmasını sağlayacak gayri doğal menfezlerden yetişmesi. Buna nazaran: a) Unutarak, hata ile veya ikrah altında vücuda bir nesne girmesi orucu bozmaz; ancak hatanın değerlendirilmesinde bireyin mâzur sayılıp sayılmayacağı durumlar ayırt edilmiştir. Meselâ kişi cünüplükten temizlenmek için suya dalıp boğazına su kaçarsa, abdest alırken ağza ve burna su vermede aşırılık göstermediği halde boğazına su kaçarsa, yolun tozunu veya uçan sineği yutarsa orucu bozulmaz; buna karşılık serinlemek için başını suya sokanın veya abdest sırasında mubalağalı davrananın boğazına su kaçması orucu bozar. İmsak vaktinin hemen hemen girmediğini yada iftar vaktinin girdiğini zannederek yiyip içmek de orucun kazâsını gerektirir. B) Orucun bozulmuş sayılması için vücuda doğal menfezlerden (ağız, burun, kulak, ön ve arka hacet mahalleri) veya beyne ya da hazım sistemine varmasını sağlayacak tabii olmayan menfezlerden (mideye, beyne, boğaza, mesaneye oluşturulan yerlerden) bir nesnenin girmesi icap eder; dolayısıyla adaleden yada damardan bir maddenin zerkedilmesi, cilde sürülen ilâcın gözeneklerden vücudun içine nüfuz etmesi veya hazzı boğazda hissedilecek biçimde göze ilâç damlatılması sebebiyle oruç bozulmaz. Miktar önemli olmadığı için ağzından atma imkânı bulunduğu şekilde nohut tanesinden azca bile olsa dişleri içinde kalan yiyeceği yutmak orucu bozar. C) Orucun bozulmuş sayılması için vücuda giren nesnenin yenmesi mûtat olan yada besin yahut ilâç özelliği taşıyan bir madde olması gerekmez. Tütün ve öteki keyif veren maddelerin dumanını içerisine çekmekle de oruç bozulur. 2. Geri gitmediğinden emin olunsa bile kasten kusmak. İstemeden kusmak ise orucu bozmaz. 3. Erkekten cinsi haz duymasa bile kendi isteğiyle meni gelmesi ve kadının eşeysel temasta bulunması. İhtilâm olmakla ve mezhepte güçlü bulunan görüşe nazaran bakmak yada düşünmek neticesinde meni gelmesiyle oruç bozulmaz.


D) Hanbelî Mezhebi. 1. Bilerek ve isteyerek yenilip içilmesi mûtat olsun olmasın herhangi bir nesnenin ağız ve burun şeklinde tabii menfezlerden veya yara şeklinde gayri doğal menfezlerden vücudun iç kısmına yahut mideye nüfuz imkânı veren bir boşluğa girmesi. Kulak yöntemiyle ilâcın dimağa yetişmesi, makattan şırıngayla ilâç akıtılması ve göze sürülen sürmenin tadının boğazda hissedilmesiyle oruç bozulur; adamın idrar yoluna ilâç akıtılması ise orucu bozmaz. Kaçınılması mümkün olmayan bir nesnenin ağız yoluyla vücudun içerisine girmesi, meselâ havaya dağılan tozun yutulması yada boğazına sinek kaçması orucu bozmaz. Unutarak yada ikrah altında yeme içmeyle oruç bozulmaz; imsak vaktinin hemen hemen girmediğini yada iftar vaktinin girdiğini zannederek yiyip içmek orucun kazâsını gerektirir. 2. Az bile olsa isteyerek kusmak. 3. Kan alma işlemi yapmak veya yaptırmak. Kan çıksa dahi tedavi için ustura gibi kesici bir aletle derinin çizilmesi halinde ise oruç bozulmaz. 4. Cinsel birleşmeye hazırlayıcı hareketler yada el ile doygunluk sırasında meni yada mezi gelmesi. Böyle bir hareket olmaksızın ısrarlı bakma neticesinde meni gelmesi orucu bozar, sadece mezi gelmesi bozmaz. İhtilâm olmakla oruç bozulmaz.


Tedavi ve Oruç. Öncelikle belirtmek gerekir ki fıkıhta hangi durumlarda orucun bozulmuş sayılacağı açısından hasta ile sıhhatli kişi arasında bir ayırım gözetilmemiştir; aralarındaki ayrım orucu bozan durumun geçerli bir mazerete dayalı sayılıp sayılmamasıyla ilgilidir. Orucun farziyeti hakkındaki âyette ve başka birçok nasta belirtildiği üzere Allah’ın kulları için zorluk değil kolaylık murat ettiğini, yeniden âyet ve hadislerde sağlığın korunması, hastalığın tedavi edilmesi ve hayatın tehlikeye atılmamasının istendiğini dikkate alan İslâm âlimleri, hasta kimsenin orucunu erteleyebileceği ve gerekiyorsa başladığı orucu bozabileceği hususunda ittifak etmişlerdir. Fakat tıptaki gelişmeler neticesinde ortaya çıkan birtakım muayene ve tedavi yöntemlerinin orucu bozup bozmayacağı ve özellikle oruç vecîbesini zamanında yerine getirmek isteyen müslümanların bu yöntemlerden yararlanarak oruçlarına devam edip edemeyeceği konusu son zamanlarda yoğun biçimde gündeme gelmiştir. Günümüz İslâm âlimleri ve fetva kurulları bu mevzuyu incelerken fıkıhta genel kabul gören yaklaşıma uygun olarak orucu bozan durumları yeme, içme ve cinsel ilişki kavramlarını lafzî anlamıyla sınırlı tutmamışlar ve ortaya çıkan durumun orucun mahiyet ve amacıyla bağdaşıp bağdaşmadığını, bilhassa vücuda giren maddenin besleyici yada bünyeyi güçlendirici veya keyif verici bir nitelik taşıyıp taşımadığını değerlendirmişlerdir. Bu arada fıkıh eserlerindeki izahlarda önemli role haiz “cevf, bâtın” (vücudun içi), “dimağ” (beyin), “halk” (boğaz), “fem” (ağız), “el-mehâriku’l-asliyye” (doğal menfezler), “el-mehârik gayru’l-asliyye” (tabii olmayan menfezler) benzer biçimde kavramlara ve modern muayene ve tedavi yöntemlerinin oruç açısından etkilerine tıp ve anatomi bilgileri ışığında sarahat getirmeye çalışmışlardır. Meselâ hastaya besin ve keyif verici enjeksiyon yapılmasının, serum verilmesinin, gıda içeren sıvıların makat kanalıyla bağırsaklara ulaştırılmasının orucu bozacağı genellikle kabul edilmiştir. Bununla beraber daha önceki dönemlerde olduğu şeklinde günümüzde de değişik değerlendirmelere aleni somut durumlarda farklı sonuçlara ulaşılabilmesi doğal karşılanmalıdır.


Diyanet İşleri Başkanlığı Din İşleri Yüksek Kurulu 22 Eylül 2005 tarihindeki kararında şunların orucu bozmayacağı kanaatine varmıştır: Gıda ve keyif verici olmayan enjeksiyonlar; astım hastalarının kullandığı sprey; göz, kulak ve burun damlası; kulak zarında delik bulunmayanların kulak yıkatması; dil altı kullanma; idrar kanalını görüntüleme, idrar kanalına ilâç akıtma; su, yağ vb. Gıda özelliği taşıyan başka bir maddenin vücuda girmemesi kaydıyla endoskopi, kolonoskopi yaptırma; makat yada kadının üreme organından ultrason çektirme; lokal anestezi uygulama; makattan ve kadının üreme organından fitil kullanma; suyun bağırsaklara verilmesinden sonrasında bekletilmeyip bağırsakların hemen temizlenmesi kaydıyla lavman yaptırma; hastaya herhangi bir sıvı maddesi verilmeden hemodiyaliz yaptırma; anjiyo, biyopsi yaptırma; kan verme; merhem sürme, vücuda ilâçlı bant yapıştırma. Kurul aynı sonucunda şunların orucu bozacağını belirtmiştir: Gıda ve keyif verici enjeksiyon yaptırma; hastaya serum veya kan verilmesi; besin içerikli sıvıların bağırsaklara verilmesi yada orucu bozacak kadar su emilecek biçimde lavman yaptırma; su, yağ vb. Besin özelliği taşıyan başka bir maddenin vücuda girmesi niteliğinde endoskopi, kolonoskopi yaptırma; bölgesel ve genel anestezi; kulak zarı delik olup orucu bozacak kadar su mideye ulaşacak şekilde kulak yıkatma; periton diyaliz ve damara serum verilerek meydana getirilen hemodiyaliz. İslâm Konferansı Teşkilâtı’na bağlı İslâm Fıkıh Akademisi X. Dönem Toplantısı’nda (Cidde, 28 Haziran - 03 Temmuz 1997) bu hususların birçoğu ile alakalı benzer sonuçlara erişilmiş, boğaza ulaşan maddelerin yutulmasından sakınıldığı takdirde şunların orucu bozmayacağı belirtilmiştir: Göz damlası, kulak damlası, kulağın yıkanması, burun damlası, burun spreyi, göğüs sıkışması benzer biçimde hastalıkların tedavisinde kullanılan dil altı hapları, dolgu yaptırmak, diş çektirmek, gargara yapmak, ağızda lokal tedavi için kullanılan sprey.


Muayene ve tedavinin oruca etkisi konusunda şu hususlara dikkat edilmesi müsait olur: Her şeyden önce günümüz İslâm âlimleri ve fetva kurulları, kendi incelemeleri neticesinde orucu bozmayacağı kanaatine varmış olsalar da orucun sıhhati bakımından tereddüde neden olan muayene ve tedavi yöntemlerinin şayet hastanın sağlığı açısından bir mahzur taşımıyorsa olabildiğince iftar sonrasına bırakılmasını öneri etmektedir. Bunun olası olmadığı ve yeterli kişilerce ile alakalı değişik kanaat açıklanmış durumlarda kişi herkesle birlikte oruç tutmak ve bu ibadeti zamanında yerine getirmenin hazzını yaşamak temenni ediyorsa orucun bozulmayacağı görüşünü esas alabilir veya hastaya tanınan ruhsattan yararlanarak orucu erteleyip tedavi tamamlandıktan sonra kazâ edebilir. Niyet tüm amellerde önemli olmakla beraber Allah’ın sırf kendisi için olduğunu ve karşılığını bizzat vereceğini belirttiği (Buhârî, “Ṣavm”, 2, 9; Müslim, “Ṣıyâm”, 161), kısaca riyânın en az karıştığı bu ibadette kulun niyeti oldukca özel bir yere haizdir. Dinin kurallarına bakılırsa gerek orucu zamanında tutmayı içtenlikle istek etmesine rağmen rahatsızlığı sebebiyle bunu erteleyen veya hastalığı devamlıysa fidye veren, gerekse uygulanan muayene yada tedavi yönteminin oruca etkisi ile alakalı görüş ayrılığı bulunsa da yeterli âlimlerin fetvasına binaen -sağlığına zarar vermeyecekse- tedavi esnasında orucuna devam eden merhametli mümin görevini yapmış sayılır ve sevabı hak eder.


Orucu Bozmayan Durumlar. Orucu bozup bozmadığı tereddüde neden olabilen birtakım durumlar bir kısım fıkıh eserlerinde özel olarak ele alınmıştır. Bunların başlıcaları Hanefî mezhebi esas alınıp şöylece sıralanabilir: Ağız dolusu bile olsa kendi isteğiyle olmaksızın kusmak, balgam yada burun akıntısını yahut ağzı çalkaladıktan sonrasında kalan yaşlığı tükürükle yutmak, boğazına su kaçmamak kaydıyla serinlemek için yıkanmak yada yüzmek, suyla ıslatılmış bile olsa misvak yada diş fırçası kullanmak, göze sürme çekmek, güzel koku sürünmek yada koklamak, cünüp olarak yada hayız ya da nifas kanı gece kesildiği şekilde gusül abdesti almadan sabahlamak, deşarj olmamak kaydıyla eşini öpmek, oruçlu bulunduğunu unutarak oruç yasaklarını ihlâl etmek. Oruçlu olduğunu unutarak yiyip içen kimseye oruca dayanamayacak durumda değilse bunun hatırlatılması gerekir.


Orucun Sünnetleri ve Âdâbı. Oruçlu için mecbur olmamakla beraber dinen tavsiye edilen başlıca hususlar şunlardır: İmsak vakti öncesinde bir miktar yiyip içmek, iftarı gecikmeden yapmak, iftar duası okumak, hurma gibi tatlı bir şeyle veya su ile iftar etmek, gusül abdesti alması gerekiyorsa imsak vaktinden önce almak, yakınlara ve ihtiyaç sahiplerine yardım ve ikramları arttırmak, namaz, Kur’ân-ı Kerîm tilâveti, dua, salavat getirme şeklinde taat türünden meşguliyetlere ağırlık vermek, ramazanın son on gününde yakarma maksadıyla ve usulüne uygun olarak inzivâ hayatı yaşamak (i‘tikâf).


Oruçluya Mekruh Olan Fiiller. Hanefî fıkhı çerçevesinde oruçlu için mekruh sayılan başlıca fiiller şunlardır: Abdest sırasında ağza ve burna su alırken mübalağalı davranmak, özürsüz olarak bir şeyin tadına bakmak (meselâ anne gerektiğinde çocuğuna vereceği ilâcın tadına bakabilir), başka madde içermeyen sakızı çiğnemek (şekerli, boyalı vb. Sakızı çiğnemek orucun bozulmasına yol açar), cinsel ilişkiye yönelten hazırlayıcı hareketlerde bulunmak, zayıf düşeceği endişesi taşıdığı şekilde kan aldırmak.

Yorumlar

Yorum Gönder